Kitabı bilmeyen kitaptan korkar!

Okumak, insanın zihinsel faaliyetindeki en karmaşık anları yaratabilir. Bir süre sessiz sedasız tek başına kalmanın ve merak güdüsüyle bilinmez bir kurguya teslimiyetin sonucu fazlasıyla tatmin edici ya da fena halde can sıkıcı olsa da tablo değişmez. Okumak bütünüyle yalnızlaştırıcı, edilgen bir eylemdir. Oysa ülkemizin sosyal, entelektüel ve ahlaki yapısı da, siyasi ve ekonomik gidişatı da, okumanın doğasındaki yalnızlık gerekliliğiyle hayli çelişiyor. Yalnızlığa muhtaç okumak, düşünmek gibi bazı değerli uğraşları tekinsiz bulanlar bile var.

Son yirmi otuz yılda ülkemizde neler olmadı ki! Kentlere sıkışan yaşamların doğayla uyumu tarumar oldu. Eğitim, sağlık, güvenlik gibi temel haklardaki dağılım en adaletsiz düzeye yükseldi. Yitirilen güven, sağduyu, hoşgörü ve şefkatin yerine, karanlık korkular, çıldırtan kaygılar, kötücül takıntılar yerleşti. Aileden arkadaşlara, okuldan iş yaşamına dek “tanıdık” kalabalıklara sığınma normalleşti. Bu kakafonide en çok tüketilen, çoğu emek vermeden, kulaktan dolma edinilmiş yığınla boş lakırdı. Televizyon dizilerinden beslenen tektip yaşam tarzlarında hızla yayılan önyargılar, kemikleşen kalıplar. Zihinsel donanıma hiç gerek duymadan her konuda söyleyecek sözü olduğunu sanan, buna inanan milyonlarca insan bir arada yaşamaya çalışıyoruz.

Gizlisi saklısı, derdi bol çocuklarımız

İşte böylesi bir ortamda büyümeye çabalayan çocuklar, bizim çocuklarımız… En doğal ihtiyaçları olan eğitim, spor, sanat, bilim, yaratıcı düşünceden ancak ailesinin olanakları kadar pay alabilen çocuklar. Sırf dünyaya geldikleri için hak ettikleriyle değil, ailelerinin onlara sunabildiği kadarıyla yaşamaya mahkûm çocuklar. Çoğu gözlerini nefretin, ayrımcılığın, kutuplaşmanın körkuyularında açan; duygusal ve fiziksel şiddet gören ya da şiddete tanıklık eden; büyüklerin yanında söz sırası gelemeyen, düşüncesi sorulmayan, sorulsa bile söylediği ciddiye alınmayan çocuklar.

Ergenlikle birlikte keşfetmeye başladıkları farklılıklarını çevresiyle özgürce paylaşmaktansa gizlemeyi, örtbas etmeyi, açık vermemeyi daha küçücük yaşlarında öğrenmek zorunda kalanlar. İster devlet okulunda isterse özel okulda okusun, büyük çoğunluğu daha hayatının bu en önemli ilk döneminde, görünen ve görünmeyen yaşamlara sahip oluveren, gizlisi saklısı bol çocuklarımız.

Kitaplığın olmadığı hanelerde büyüyen, kütüphanesiz okullarda okuyan, mahallesindeki kitapçı çoktan kapanmış; yaşam mekânlarında kitap görme, karıştırma, merak etme şansı bulunmayan çocuklar. Kısıtlı olanaklarla hizmet vermeye çabalayan halk kütüphanelerini, çoğunlukla sakin bir ortamda ders çalışmak, barınmak, hatta sevgiliyle buluşmak için kullanmak zorunda kalan gençlerimiz.  

Anadilini öğrenme ve sevme hakkından mahrum büyüyen, anadilinde eğitim hakkı her yolla kısıtlanan çocuklar. Anadilini yetkin öğrenemeden başka dillerde yaşaması gerektiğine inandırılanlar. Okuldan kitaba, medyadan sokağa sürekli değişen yazım kurallarıyla kafası karışan; modern zamanların yeni kattığı sözcükler kadar eskinin anlam ihtişamını da koruyan zengin sözlüğünü neredeyse hiç kullanamayanlar.

Teknolojiye erişsin erişemesin, dijital iletişimin sağladığı olanakları içgüdüsel olarak en hızlı tüketmek arzusuyla yanıp tutuşan çocuklar. Dijital bir ekran yoluyla tüm dünya, oyun, video, film, site gibi türlü biçimlerde ayaklarının altına seriliverenler. Koca bir dünyayla iletişim kurabilirken en basit konuda bile kendini özgürce ifade etmekten kaçınan çocuklarımız. Onlardan kitap okumalarını, hatta birer okur olarak büyümelerini de bekliyoruz.

İlk tuzak, kitaptan “öğrenmek” beklentisi

Kitap okumak, hele edebiyat kitapları okumak, yetişkinlerin en deneyimsiz kaldığı sahalardan biri. Eğitimcisinden akademisyenine, çalışanından emeklisine, toplumun hemen her kesiminde yaygın durum kitap okuyamamak. Okumamak değil, okuyamamak. Biraz deneyimsizliğin biraz da rehbersizliğin kıstırıp tutsak ettiği bir “ne yapacağını bilemeyip hepten vazgeçme” hali. Kitap almaya bütçe ayırabilen dar bir kesim içinse daha çok popüler olanı takip edip sohbetlere meze yapma, güncelden geri kalmama hali.  

Temelinde kitap okuma keyfi ve kitaplık kurma ihtiyacı bulunmayan aile yapımıza çocukların katılımıyla birlikte işler değişiyor ve yeni bir döneme geçiliyor. Çocukları, kitapsever öğretmenlerle buluşan şanslı aileler, öneri kitaplardan ya da ders için okunacak zorunlu kitaplardan oluşan listelerle karşılaşıyor. Okuldan istendiği için sorgusuz sualsiz alınan kitaplar çocukların eline tutuşturuluyor. Okurun kitapla haz alışverişinden bihaber olan ebeveyn, kitaba da okuma sürecine de diğer derslerin ödevleri gibi aynı üstünkörü tavırla yaklaşıyor.

İster ebeveyn isterse eğitimci olsun çoğu yetişkinin düştüğü ilk tuzak, çocuğun okuduğu her kitaptan “iyi ve yararlı” bir şeyler öğrenmesini beklemek. Anlamını ve dolaylı birçok işlevini bilemediği edebiyat kitaplarını, eğitsel amaçlı kurgudışı kitaplarla aynı kefeye koymak; edebiyatın yöntem, araç ve süreçlerinin benzersizliğinin bilincinde olamamak en yaygın durum. Örneğin çoğu yetişkin, okumadığı için tanımadığı fantastik edebiyat eserlerinden “korkar” ve çocuğun da bu tür kitapları okumaması gerektiğini düşünür. Oysa fantastik edebiyat, çocuğun soyutlama yeteneğini geliştirecek en önemli etkenlerden biridir. Çocuklukta ve gençlikte önemli kazanımlar sağlayan görsel okumanın en zengin olanaklarını sunan çizgi romanlara yaklaşım da benzerdir. Çoğu çizgi roman okuru, “boş şeyler” okumakla suçlanır.

Kitaptan zevk alma hakkı

Ne yazık ki, entelektüel kesimde de durum aynı. Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatını görmezden gelen, ciddiye almayan “okurlar” ne zaman ki çoluk çocuğa karışıyor, sorumluluk ve ihtiyaç gereği bu alanla da ilgilenmek zorunda kalıyorlar. Ancak o zaman, son on beş yirmi yılda ülkemizde de değişik yaşlar için nasıl büyük bir çağdaş edebiyat koleksiyonu oluştuğunun farkına varıyor; geç de olsa çocuklarıyla birlikte yeni yazarlar tanımaya ve okunacak değerli kitaplar keşfetmeye başlıyorlar.

Bazı aileler, çocuğunun okuduğunu kazara karıştırırken bir ayrıntıya takılıp okulun önerdiği bir kitabı “uygun” bulmayabiliyor. Ailenin kültürel yapısına ve ahlaki değerlerine aykırı görünen bir sözcük, bir desen, tema ya da bir karakter olabiliyor. Ebeveynin en büyük ikinci yanılgısı tam bu noktada baş gösteriyor: Kendisini rahatsız eden saptamasını çocuğuyla paylaşıp tartışmak yerine, kitabı öneren öğretmeni suçluyor. Hatta işi, öğretmeni ve okulu resmi makamlara şikâyet etmeye kadar vardırabiliyor. Çünkü korkuyor. Kitaplarla haşır neşir olmayan kitaptan, edebiyat okumayan edebiyattan korkuyor! Edebiyatın, mevcut kabullerimiz ve birikimimiz dışında önümüze serdiği farklılıkları, yeni soruları, yaşamı anlamlandırmamıza yarayan yaratıcı ve özgürleştirici etkisini bilmiyor, hesaba katamıyor.

Çocuğunu koruma, kollama içgüdüsüyle ailenin, onun okuduklarından da korkması ne denli olağansa, bu endişeler uğruna çocuğunun okuduklarını denetlemeye çalışması, yasaklaması ya da uygun bulması da bir o kadar ürkütücüdür. Kitapla kurulan ilişkinin bütünüyle bireysel olduğunu ve manipüle edilemeyeceğini bilmemek ciddi kazalara neden olabilir. İnsan hangi yaşta olursa olsun, okuduğundan zevk alma hakkına sahiptir. En sevenleri olarak ailesi de, öğretmeni de bu hakkını tehdit eden değil, tersine destekleyen, bilmediği sularda yüzerken çocukla yaratıcı iletişim kurmayı başarabilenler olmalıdır. Kitaptan kitaba, kolaydan zora gelişecek okumalarla zamanla pekişecek eleştirel bakışı sayesinde nitelikli ile niteliksizi, yetkin ile sıradanı ayıracak olan insanın kendisidir.

Asıl kılavuz kaptanlar, öğretmenler

Eyvah Kitap! (2006, Günışığı Kitaplığı) sayesinde on binlerce ortaokul ve lise öğrencisiyle kitap okuma halleri üzerine sohbet etme, tartışma olanağı buluyorum. Kitabımı son yıllarda çok sayıda yetişkinin de okumasına seviniyorum. Çünkü, özetlemeye çalıştığım ülke gerçeklerinin kıskacında adeta çırpınarak büyüyen çocuklarımızın kitaplar ve okuma cephesinde neler olup bittiğini asıl anlaması gerekenler, yetişkinler.

Çocukların da tıpkı kendileri gibi istediği, merak ettiği kitabı dilediği zamanda keyfince okuma hakkına sahip olduğunu bir an önce öğrenmesi gereken yetişkinler. Kitapçılarda, dergilerde, dijital mecralarda sık sık kitaplarla haşır neşir olma olağanlığını kaliteli zamanlar için vesile kılabilseler. Okunan kitapların, iz bırakan karakterlerin, ayrıntıların sınıfta, sofrada, yolculukta sohbet konusu edilebilmesinin değerini fark edebilseler. Kitabı seçecek olanın kendileri değil, doğrudan çocuğun, gencin kendisi olduğunun artık ayırdına varabilseler.

Bütün bunlardan ötürü bence, çocuklukta çıkılan okurluk serüveninin asıl kılavuz kaptanları öğretmenlerdir. Çocukların eğitim öğretim sürecinde entelektüel kimliğini –düşünen, sorgulayan, sonuç çıkaran eleştirel ve yaratıcı zekâsını– geliştirmekten sorumlu olan öğretmenlerimiz… Yaratıcı okuma uygulamaları sayesinde edebiyata yakınlaştırdıkları öğrencilerine görünmeyen güçlü kanatlar takabilirler. Doğanın matematiksel uyumunu, coğrafyaların çokrenkli kültürler mozaiğini, sanatla bilimin dayanışmasını, yerelle evrenselin ortaklığını, yaşamakla hak ve özgürlüklerin ayrılmaz bütünlüğünü edebiyatla, şiirle, felsefeyle örnekleyebilirler. Çünkü merakla, arzuyla, keyifle okunan edebiyatın, nitelikli kitapların zarar vermek ne kelime, “insan” olmamıza yarayacağını bilmesi, deneyimlemiş olması en çok beklenenler öğretmenlerdir.

Öğretmenliğin, her çocuğun zihninde yıkılmaz bellek kuleleri inşa edebilen sihirli bir meslek olması bundandır belki de. O bellek kuleleridir ki, insanın yalnızlığıyla barışık yaşama, kendi ayakları üstünde durma ve hayallerini gerçekleştirme çabasını koruyacak ve onu iyi bir insan kılacak vicdani birikimlerinin kasası olarak bir ömür kullanılacaktır.

*Bu yazı, Notos’un 9 Ocak 2019 tarihli sayısında yayımlanmıştır.